DUVAR- 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonundan bu yana İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına kilitlenen Arap dünyasında geçtiğimiz hafta en çok konuşulan konu İsrail ve Hamas arasında ilan edilen ateşkes ve esir değişimi anlaşması oldu.
İnsani bir ateşkes konusunda uzlaşmaya varıldığına yönelik açıklamanın Katar Dışişleri’nden gelmesi dikkat çekti. Katar’ın Mısır’ın tarihsel rolünü kaptığı şeklinde yorumlar bile yapıldı. Arap gazetelerinde Türkiye uzmanı olarak yazılar yazan Lübnanlı akademisyen Muhammed Nureddin ise ateşkes anlaşmasında Türkiye’nin yokluğunun dikkat çektiğini belirtti.
Avrupa ülkeleri ile Amerika Birleşik devletlerinde son dönemde oldukça yoğunlaşan Anti-Siyonizm ve Anti-Semitizm tartışmaları Arap gazetelerinin de yoğun bir şekilde gündemindeydi. Arap yazarlara göre iki kavramın karıştırılması, İsrail’e yönelik eleştirilerin önünü kesmek için yapılan kasıtlı bir çabadan ibaret.
İsrail’İn Gazze’ye yönelik başlattığı yıkıcı savaşta bugüne kadar 60’a yakın gazeteci öldürüldü. Son olarak Lübnan’ın güneyinde görev yapan El Meyadın TV muhabiri ve kameramanının öldürülmesi şiddetli tepkilere neden oldu. Bazı uluslararası örgütler İsrail’in kasıtlı biçimde gazetecileri hedef aldığına dikkat çekiyor.
‘Müzakerelerde neden Türkiye yoktu?’
Gazze’de dört günlük insani ateşkes ve esir değişimi anlaşmasına varılan müzakerelerde, müzakereci rolünü oynayan taraflara bakıldığında, Hamas hareketi ve işgalci devletin (İsrail) temsil ettiği iki doğrudan tarafın yanı sıra ABD, Katar ve Mısır vardı. Burada yokluğu en fazla göze çarpan ise Türkiye’ydi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Aksa Tufanı operasyonunun ilk gününden itibaren ateşkesin sağlanması ve bir anlaşmaya varılması için aktif rol oynamaya hazır olduğunu ifade etmişti. Ayrıca krizin çözümü için uluslararası bir konferans düzenlenmesi çağrısında bulunmuştu.
Belki de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk erken mesajı bir ateşkes sağlanması durumunda Türkiye’nin de garantör ülke olmaya hazır olduğu mesajıydı. Türkiye Cumhurbaşkanı, “garantör ülke” formülünün, Kıbrıs’ta olduğu gibi Gazze’de de uygulanabileceğine inanıyordu. Zira Ankara, Atina ve Londra, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanından sonra garantör taraflar olarak rol oynamıştı. Bu, anlaşmanın ihlal edilmesi durumunda garantör ülkeye müdahale hakkı veriyordu. 1974’te de Türkiye, adadaki darbeden sonra Kıbrıs’a müdahale etmişti. Ancak Gazze hiçbir şekilde Kıbrıs’a benzer bir model değildir. Bir barış gücü oluşturulması kabul edilirse buna katılan ülkelerin müdahale etme hakları olmayacak, çünkü bunlar genellikle Birleşmiş Milletler barışı koruma güçleri olacak. (Muhammed Nureddin / Lübnan El Akhbar Gazetesi)
‘Anti-Siyonizm ile Anti-Semitizm aynı şey değil’
Yahudi toplumu içinde Siyonizm konusunda derin görüş ayrılıklarına rağmen, İsrail hükümeti ve müttefikleri uzun süredir anti-Siyonizm ile antisemitizmin aynı madalyonun farklı iki yüzü olduğunu savunuyorlar. Gazze Şeridi’nde devam eden çatışmalar sırasında bu terimlerle ilgili kafa karışıklığı büyük boyutlara ulaştı ve tüm dünyada Yahudi karşıtlığının alevlenmesine katkıda bulundu.
İsrail devleti ve destekçileri, anti-Siyonizmin Yahudileri dinleri nedeniyle kendilerine ait bir devletten mahrum bırakmayı amaçladığını ve böylece belirli bir grubu hedef aldığı için anti-Siyonizm’i anti-Semitizm haline getirdiğini iddia ediyor. Bu iddianın hiçbir mantığı yoktur çünkü anti-Siyonistler Yahudilerin kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olmadığını söylemiyor. Ancak Siyonizm’in belirli bir yerde kendi kaderini tayin hakkını, başka insanların kendi kaderini tayin hakkı pahasına kullanmaya çalışmasını eleştiriyorlar.
İsrail’in anti-Siyonizm ile anti-Semitizm kavramlarını kasıtlı olarak birbirine karıştırma çabasının nedenleri daha derinlerde yatmaktadır. Zira İsrail, kendisine veya onun Filistinlilere yönelik işgal politikalarına dair her türlü eleştiriyi susturmak için, Siyonizm karşıtlığı ile Yahudi karşıtlığını kasıtlı olarak birleştirmeye çalışmaktadır. BM Genel Sekreteri, son savaşın patlak vermesi üzerine Gazze Şeridi’ndeki sivilleri korumak için ateşkes çağrısında bulunduğunda, İsrail temsilcisi BM genel sekreterinin tavrını Yahudi karşıtlığı olarak tanımladı. Bu durum, iki kavramın kasıtlı olarak birbiriyle karıştırılması çabasına en iyi örneklerden biridir. (Joseph Dana / Londra merkezli El Arab Gazetesi)
‘Eleştirilerde İsrail kırmızı çizgi’
Bu Kasım ayının başında, eski ABD Başkanı Barack Obama, ‘İsrail işgalinin ve Filistinlilerin başına gelenlerin dayanılmaz olduğunu’ söylemeye “cüret etti”. Bir anda ona karşı Siyonist Yahudi ve müttefikleri tarafından bir eleştiri fırtınası yükseldi ve ‘İsrail’e karşı derin bir nefret beslemekle’ suçlandı. Obama açıklamasına, Hamas hareketinin 7 Ekim’de İsrail askeri tesislerine ve Gazze Şeridi’ni çevreleyen yerleşimlere yönelik başlattığı saldırıyı kınayarak başlaması ve bunu “korkunç” olarak tanımlaması onu bu eleştirilerden kurtaramadı. Yine başkanlık görevi sırasında, İsrail’in 2012 ve 2014’te Gazze Şeridi’ne düzenlediği iki vahşi saldırıda siyasi ve askeri açıdan İsrail’e destek vermesi ve ABD’nin İsrail’e yaptığı yıllık askeri yardımın değerini 3,1 milyar dolardan 3.8 milyar dolara çıkarmış olması da onu kurtaramadı. Nitekim İsrail’e ve onun suçlarına yönelik her türlü eleştiriyi, aşılması hatta yaklaşılması yasak olan bir kırmızı çizgi haline getirmeye çalışanlar var.
Aynı şey, Oscar ödüllü ünlü Amerikalı aktris Susan Sarandon’un da başına geldi. Sırf New York’ta Filistinlilere destek için düzenlenen büyük bir yürüyüşe katılmaya “cüret ettiği” için eleştirilerin hedefi oldu. Sarandon yürüyüşe katılan kalabalığa şöyle seslenmişti: ‘Kimsenin Gazze’de olup bitenlerle ilgilenmesi için Filistinli olmasına gerek yok. Ben Filistin’in yanındayım. Herkes özgürleşene kadar kimse özgür değildir.’ Sarandon hemen “Yahudi karşıtlığı” ile suçlandı ve Hollywood’daki diğer ünlülerin de çalışmalarını yöneten ajans olan UTA, onunla ilişkisini sonlandırdığını duyurdu.
Bu örnekler, Siyonist lobinin ve onun özellikle ABD’deki ve genel olarak Batı’daki müttefiklerinin, İsrail’e yönelik herhangi bir eleştiriyi ve hatta İsrail’in politikaları hakkında soru sorulmasını, ‘Yahudi karşıtlığı’ bağlamında engelleme çabalarında buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bu “kırmızı çizgiyi” aşan herkes, kendisini karalama ve kışkırtma kampanyalarının hedefinde buluyor. Hatta belki de kendisinden işten veya okuldan atılma yoluyla intikam almaya açık hale getiriyor. Bu, onlarca üniversite profesörünün, öğrencinin ve çalışanın kurbanı olduğu bir durum. (Usame Ebu Erşad / El Rabi El Cedid Gazetesi)
‘İsrail’in gazetecilere yönelik savaşı’
İsrail güçleri bu kez açık ve kapsamlı bir şekilde medyayı, gazetecileri ve medya kuruluşlarını hedef alıyor. Gerçi aynı İsrail 16 Kasım 2012’de Gazze’de birçok medya ofisini bombalamadı mı? Mevcut bilgilere göre İsrail’in mevcut askeri operasyonlarında altmıştan fazla medya çalışanı öldürüldü. Bunların sonuncuları Al-Mayadeen TV muhabiri ve kameramanıydı. Hatta Gazetecileri Koruma Komitesi CPJ bile, bu dönemin, çatışmaları takip eden medya çalışanları açısından diğer dönemlere göre en ölümcül dönem olduğunu belgelediklerini söyledi. Medya çalışanlarına yönelik saldırıları 30 yıldan fazla bir süredir belgelemeye çalıştıklarını belirten CPJ şöyle dedi; ‘18 Kasım tarihi, 7 Ekim’den bu yana en ölümcül gün oldu ve sadece bu gün içinde 5 medya çalışanının öldürüldüğünü belgeledik.’
Geçen hafta, El Mayadeen Televizyonu, Güney Lübnan’da İsrail’in saldırısına maruz kalan iki gazetecisi, muhabir Farah Omar ve kameraman Rabih Al-Maamari’nin hayatını kaybettiğini açıkladığında Arap dünyasındaki izleyiciler büyük şok yaşadı ve bu da İsrail işgaline karşı öfkeyi daha da derinleştirdi. Zira bu iki gazeteci, mesleki kariyerleri ve profesyonellikleri göz önüne alındığında, pek çok kişinin kalbinde özel bir saygı ve takdire sahiptir. Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı’nın 19 Kasım Pazar günü yayınlamış olduğu istatistiklere göre, İsrail’in kuşatma altındaki Gazze’ye yönelik bir aydan fazla süren saldırganlığı sırasında 59’dan fazla medya çalışanı öldürüldü. Kuruluşa göre son yıllarda savaş bölgelerinde yaşamını yitiren gazeteci sayısı açısından çok büyük bir rakam. Ayrıca bu kadar gazeteci öldürülmesini İsrail’in, gerçeği gizlemek amacıyla “gerçek ve kapsamlı bir medya karartması” uygulama arzusuna bağladı.
İsrailli yöneticiler bu kez medyanın ve medya çalışanlarının Gazze’ye yönelik saldırı politikaları açısından ne kadar büyük bir tehlike oluşturduğunun farkına vardılar. Bundan dolayıdır ki, medya çalışanlarını ve yeni medya kanalları üzerinden etkili olan kişileri yeni bir şiddet türüyle hedef almaya başladılar. (Said El Şehabi / Kuds El Arabi Gazetesi)